Avrupa’ya ve Hollanda’ya göçün 60. yılında sosyal yaşam, kültür ve sanat
“Baştan göstermediler ölümlülere tanrılar her şeyi, ama onlar zamanla arayarak buluyorlar daha iyiyi.
Xenephones M.Ö. 6.yy.”
Göç kavramı, insan düşünmeye başladığı günden beri insanoğlunun yaşamına girmiş bir kavramdır. İlk zamanlarda bu bir yürüyüş ve yer değiştirme eylemi olarak gerçekleşmiş olsa da, kavramsal adı göç olmasa da, zamanla sürekli bir eylem haline gelmesi ve bir kavram olarak algılanmasıyla birlikte anlamı genişlemiş, arayış içindeki insanın yaşamını yönlendirici en önemli eylemlerden biri olmuştur.
İnsanın yer değiştirmesi ve doğduğu yerden ayrılması başlangıçta belki de böyle adlandırılmamıştı ya da bu eylemin kavramsal bir adı yoktu ama artık günümüzün sosyoloji bilimcilerince konmuş bir adı vardır. Bu da “göç”tür.
Bugün gelişmiş insan bilimi ve jeoloji araştırmalarıyla öğrendiğimize göre ilk insanın yeryüzünde dolaşıma çıkması milyonlarca yıl öncesinden başlamıştır. O nedenle ilk göç eyleminin gerçekleşmiş olduğu tarihi kesin saptama olanağımız olmadığı gibi, bu kavramı ilk kimlerin ve hangi mekânda kullandığını da bilmemizin olanağı yoktur. Yani bu eylemi göç sözcüğüyle anlamlaştıran ilk insanları bilemiyoruz ama o insanları göçe zorlayan nedenleri hepimiz biliyor, yazılı ya da yazılı olmayan kaynaklardan en büyük göç zamanlarının tarihini ve toplumsal yaşamlara etkilerini saptayabiliyoruz. Edindiğimiz bilgiler ışığında da göç olgusunu bilimsel algılama olanağımız doğuyor.
Günümüzde göç olayı çeşitli enstitülerde ve üniversitelerde tüm yönleriyle incelenmekte ve nedenleriyle niçinleriyle olay aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Bana göre göç olayı bir arayış eylemidir ve iki şekilde gerçekleşir: Birincisi gidiş dönüşlerle, ikincisi ise sadece dönüşü olmayan bir gidişle. Ama şekli ne olursa olsun yapılan göç toplumların yaşamını etkiliyorsa bir sosyal olay niteliğini taşır ve çeşitli ilim dallarını ilgilendirir. Zaten bu ilgi nedeniyledir ki, çeşitli alanlarda göç konusu sürekli irdelenmektedir. Varılan sonuçların çoğu ise çağımız insanının bir değişimden yana olduğunu ispatlamaktadır. İşte bu değişim isteğidir ki, insanı iki türlü göçe zorlar.
1-İsteğe bağlı göç.
2-Zorunlu göç.
-İstenilerek yapılan göç; daha iyi yaşamı umut ederek çıkılan bir arayıştır. Umut edilen iyi yaşamın bulunup bulunmayacağı bilinmez ama bir umut büyütme olduğu için bu tür göç eden insan sonuç ne olursa olsun, bu eylemden kârlı çıkar. Ya da kendini zenginleştirdiğini düşünerek mutluluğunu çoğaltabilir.
-Zorunlu göç ise adı üstünde bir zorunluluktan kaynaklanan göçtür. Bu zorunluluk doğal afetler olur, savaş olur, baskı rejimleri olur ya da hastalık olabilir. Ama hangi nedenle olursa olsun bu göçün sonucu insanda büyük yıkım ve değişimlere neden olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü göç eden insanın yaşamı kökten bir değişime uğrayabilir. Yani zorunlu göç insanı yaşama yeniden ve sıfır noktasından başlamak zorundadır. O nedenle zorunlu göç herkesin başlayacağı ve başaracağı bir şey değildir. Çünkü çoğu zaman bedeli çok ağır ödenmektedir.
Genelde Avrupa’ya, özelde Hollanda’ya göç:
- Hollanda Santral İstatistik Bürosu(CBS) ve Yabancılar Tavsiye Komisyonu (ACVZ) raporlarına göre, Hollanda’ya göç resmi olarak altmışlı yılların sonu ve yetmişli yılların başında başlamıştır. Öteki Avrupa ülkelerine göre geç başlayan bu göç diğer Avrupa ülkelerine göçten ayrı bir karakter taşır ve ayrı yöntemlerle yapıldığı için kendine özgü bir yapıya sahiptir, fakat birçok nedenden dolayı bu ülkeye göç her zaman Almanya göçüyle iç içe anılmaktadır. Bu nedenledir ki, Hollanda’dan izne giden göçmenlerimize de genellikle Türkiye’de “Almancı” yakıştırması yapılır. Tabi Türkiye’deki insanın böyle adlandırmasının bazı nedenleri vardır. Bu nedenleri Hollanda’ya gelenlerin bu ülkeye gelişleriyle ancak şöyle açıklayabiliriz. -Hollanda’ya ilk göç edenlerin tamamı işçi olarak önce Almanya’ya gelmiş, oradaki ağır iş koşullarında çalışamayınca Hollanda’ya geçip tarım işlerinde çalışmaya başlamışlar, o nedenle de Almancı tanımlamasını yadırgamamışlardır.. -Ülkemizden Hollanda’ya gelen ikinci dalga işçi akımı da iş bulma amacıyla Almanya’ya turist olarak tanıdıklarının yanına gelip işçi statüsü almak isteyenlerdir. Bu gruptakiler Almanya’nın göçmen işçi anlaşmalarına uygun olmadıkları için orada çalışma olanağı bulamayınca tanıdıkları ya da akrabaları aracılığıyla Hollanda’ya gelip, Hollanda hükümetinin tanıdığı olanaklardan yararlanarak işçi olmuşlardır.. -Hollanda’ya gelenlerin üçüncü grubunu ise Almanya ve Belçika’ya kömür ocaklarında çalışmak için gelip, oralardaki ağır iş koşullarına dayanamadıkları için Hollanda’da tarım işçiliğine gönüllü razı olanlar oluşturmaktadır. Bu üç gruptakilerden işçi statüsüyle gelmemiş olanlar 1974’te çıkan yasayla normal işçi statüsüne kavuşma olanağı bulmuşlardır. Bunlardan sonra gelip oturum ve çalışma izni alanlar evlilik yoluyla eş durumundan gelenler ya da siyasi ilticayla gelenlerdir. Anlaşmadan sonra gelenlerin çoğu oturum alamadan buldukları işlerde mevsimlik işçi olarak çalışıp gitmekteydiler. Ancak AB’ye giriş çıkışlar sıkı kontrol edilmeye başlanınca gelenlerin büyük çoğunluğu uzun süre kaçak işçi olarak çalışmak zorunda kaldılar. Ancak çeşitli platforumlarda uzun süre verilen hukuksal mücadele sonucunda bu son grupta oturum ve çalışma izni alarak Hollanda’da sosyal yaşama katılmışlardır. Hollanda’ya olan göçün özelliği ve özetini böylece açıklamaya çalıştıktan sonra Hollanda’lı siyasetçilerin “gast arbeiders” yani konuk işçi diye nitelendirdikleri işçi alımını kendilerine göre bir düzene koymalarından sonra Hollanda’ya göç oldukça zorlaştı. Fakat yine de düzenli göçmen işçi alan Almanya ve Belçika’ya olan işçi göçünden çok farklı bir yol izlendi. O yıllarda Almanya’ya göç edenlerin çoğunluğunu kent kökenli ya da kentlerde işçi olarak çalışmış ve okur yazar olan insanlarımız oluşturuyordu. Fakat Hollanda’ya göç edenlerin hemen hemen tamamı köy kökenli ve hiç sanayi işçiliği deneyimi olmayan insanlarımızdandı. Bunun nedeni ise Hollanda hükümetinin bilinçli ve baştan pazarlıklı göç politikasından kaynaklanmaktaydı. Bu durumu biraz açacak olursak, Hollanda hükümeti ülkeye gelecek olan “gast arbeiders”ların uzun dönemde ülkede kalıcı olmasını istemediğinden alınan işçilerin özellikle köy ya da şehir kökenli, vasıflı ya da vasıfsız, okur yazar ya da analfebet olmalarına bakılmaksızın ülkeye getirilmelerine dikkat edilmedi. İş bulma kurumlarındaki komisyonlarda da bu duruma özellikle özen gösteriliyor, başvuru sahipleri kadın olsun, erkek olsun sağlık durumları iyi olduktan sonra “konuk işçi” statüsüne kavuşturuluyordu. Çünkü eğitimi düşük profillilerin kolay kolay geldikleri topluma uyum sağlayamayacakları, ekonomik olarak durumlarını biraz düzeltir düzeltmez ülkelerine geri dönecekler ve böylece ilerde Hollanda için bir sorun yaratmayacaklardı. Ayrıca Almanya’ya göç sistemli ve belirli periyotlarla sürüyordu, ama Hollanda’ya göçün düzeni de zamanı da pek belli değildi çünkü buraya çoğunlukla mevsimlik işçiler gerekliydi. Böyle olunca da perakende ve düzensiz işçi alımı en geçerli yoldu. Çünkü bu anlayışla getirilen işçiler işverenlere de hükümete de ekonomik açıdan fazla yük getirmiyorlardı. O nedenle Batı Avrupa’ya göç tarihimizde Hollanda’ya göçün özel bir yeri vardır. Bu özelliği nedeniyledir ki, Hollanda bir göçmenler ülkesi olmasına karşın, hâlâ Türkiye göçmenleri bu ülkede bazı politikacılar tarafından sürekli “ülkeden gitmesi gerekenler” olarak gösterilmektedir. Hollanda’daki Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkılması düşüncesinin temelinde de bu içten pazarlıklı politikaların yarattığı anlayış vardır. Bugün politikada da, yaşamın tüm alanlarında da Hollanda’ya göç ele alınıp incelenecekse öncelilikle bu temel politik anlayış ele alınıp incelenmelidir. Çünkü Hollanda’ya göç konusunu ele alan Hollanda kaynakları da, Alman kuruluşları tarafından hazırlanan raporlar da, Hollanda göçmenler merkezinin verileri de, yapılan çeşitli tez çalışmaları da bu konunun önemine dikkat çekmektedirler. Tabi bu ülkeye göç incelenirken 12 Eylül 1980 darbesinin zorunlu göçünün de ayrıca ve çok iyi araştırılması gerekir, çünkü bu ülkeye o dönemde göç eden insanımızın dramı da ayrı bir karaktere sahiptir. Bu konuyu bir yazar olarak ben Sahte Umutlar adlı romanımda detaylı ve insanı yönleriyle işlemeye çalıştım. O roman da araştırmacılar için ayrı ve önemli bir kaynak olabilir.