Den Haag’dan yola çıkmadan önce yine internet aracılığıyla yol güzargahımı ve gideceğim kentleri dostlarıma, arkadaşlarıma kısa bir mesajla duyurdum. Planımda öncelikli olarak İstanbul ve Bursa vardı. Ama İstanbul’da şair Metin Turan ile yaptığımız bir telefon görüşmesinde, “Abi, ben seni TRT -avaz’daki bir programa önerdim gelebilir misin?”diye sorunca yol programıma Ankara’ yı da ekledim. O telefon konuşmasından sonra Sultanahmet’te öykücü dostum Merih Günay’ı ziyaret ettiğim sırada trt’deki görevli arkadaşlar telefon ettiler. Yolculuk ve otel için bazı bilgiler istediler. Onlara gereken bilgileri verdikten sonra Merih’e, öykü tadındaki söyleşimize dönünce devam etme sözü vererek ayrıldım.. Dağıtımcı ve kitapçılar artık “parça başı” çalıştıkları için gittiğim yerlerdeki kitapçılarda bazı kitaplarımı bulamayacağımı düşünerek yayınevlerine uğrayıp yanıma kitaplarımdan aldım. O gün hazırlıklarla geçti İstanbul’da, ertesi günü akşam saatlerinde Ankara’ya varınca kurum görevlisi beni havaalanında karşılayıp otele götürdü. Ertesi sabah uyandığımda Ankara’ya kar yağıyordu. Bir süre genişçe pencereden karın yağışını seyrederken çocukluğumdaki tipili günlere kısa bir anısal yolculuk yapıp kahvaltı salonuna indim. trt’ye götürecek görevliyi beklerken gazeteleri okudum. Kahve içtim. Öğlenden sonra gelen görevli arkadaşla trt’ye gittik. Bir süre spiker arkadaşlarla hazırlık yapıp stüdyoya girdik. İki gün sonraki Güne Başlarken programı için bir saatlik bir çekimde romanlarımdan, öykülerimden ve yapıtlarımın çeşitli dillere çevirilerinden sözettim, sorulan soruları yanıtladım. Saat on altıya yaklaşırken söyleşi sona erdi. Kısa bir bekleyişten sonra Metin Turan’ın Kızılay’daki bürosuna doğru yola çıktık. Şoför arkadaşın hızla gitmesine karşın ben yine de büroda bekleyen şair Ciğdem Sezer’e yetişemedim. Onunla telefonla selamlaşırken Metin Turan da matbaadaki işini bitirip geldi. Bir süre günlük yapması gereken işleriyle uğraştıktan sonra da daldık sohbete.
O akşam Metin Turan’ın konuğuydum. Geniş, güzel evinde yemekten hemen sonra 80’li yılların edebiyatı üzerene öyle koyu bir söyleşiye giriştik ki, Zübeyde Hanım bizi uyarmasa uykuyu da unutacaktık. Onun uyarmasıyla Metin Turan beni alt kattaki kütüphanesine götürdü. Yatak odamın da orası olduğunu söyleyince ona duyurmamaya çalışarak, “aklımdan geçeni okuyor,” diye söylendim. O bana önce yatağı, sonra da duvarların boyunca olan dolaplardaki sistemli arşivlerini gösterdi. Arşivlere bakarken seksenli yıllarda Karabük’te Mustafa Yanık ve arkadaşlarının yayınladığı küçük boy Ekin dergisi’nin destesini gördüm. Yıllarca görmediğim bir dostu görmüş gibi oldum. Dergilerin sayfalarını hızla çevirmeye başladım. Bir dergideki ilk yazılarımdan birine, başka bir dergide M.Yaşar Bilen’in benim öykülerimden sözettiği bir yazıya baka kaldım. Metin “ iyi geceler” deyip gidince de önce dergilerin birkaç sayfasının fotografını çektim, sonra da hem benim yazdıklarımı, hem de arkadaşların yazdıklarını okumaya başladım. Neredeyse her sayfada tanıdık bir yüze rastlamanın sevincini yaşarken, dostlarımın da görmekten mutlu olacaklarını düşşündüğüm için Ekin dergisinin fotoğrafını çektiğim sayfasını paylaşmaya karar verdim. Aşağıdaki sayfa benim gibi belki sizlerin de anılarını gecenize çağırır.
Sabah kahvaltısı için yukarı çıktığımda Metin Turan’ın babası Kars balı ve Kars kaşarının da bulunduğu kahvaltıyı hazırlamış bekliyordu. Biz daha yeni kahvaltıya başlamıştık ki, Metin de katıldığı bir televizyon programından geri döndü. Döner dönmez de Ümit Kaftancıoğlu’nun kızının bir gün önce kargo ile Aydın’daki çiftliğinden gönderdiği yeşilliklerden (domates, salatalık, evelik, yemlik) yıkayıp sofraya getirdi. O doğal ve zengin kahvaltı babasının anlattığı tatlı öğretmenlik anılarıyla daha da tatlandı. Kahvaltıdan sonra bizi bekleyen Ankara’ya daldık. Ben bir iki resmi daireye uğrayıp büroya gittiğimde Metin, işi gereği çeşitli üniversitelerden gelen öğrencilere bilgi veriyordu. O işini yaparken ben de bir solukta D.T.C.F. ‘ne gidip Prof. Birsen Karaca ile kısa da olsa görüşür gelirim diye düşünerek oradan ayrıldım. Ama Birsen Hoca ile çeviriler ve tarihi metinler üzerine öyle bir sohbete daldık ki, neredeyse karanlık çökecekti taksiye bindiğimde. Zamanı unutmama değil ama birkaç dostu arayamayışıma üzülerek günü sonlandırdık yine. Evde İlkyaz’ın da katıldığı akşam yemeğinden sonra Metin Turan beni Bursa’ya gidecek otobüse bineceğim yazıhanenin olduğu yere götürdü.
Otobüs Bursa otogarına erken vardı. Uykusuzluktan canım istemiyordu ama zaman geçirmek için lokanta mı, kafaterya mı olduğu belli olmayan bir yerde oturup kahvaltı yaptım. Kahvaltıdan sonra da aldığım gazeteleri okurken, yazar Şaban Akbaba telefon ederek, “Abi ben fuara geldim, seni bekliyorum,” dedi. Onun da sözleştiğimiz saatten erken gelmesine çok sevindim. Büyük çantayı amenete verdiğim gibi sırt çantamla bindiğim taksiyle Bursa Kitap Fuarı’na doğru yola çıktım. Bence yüzyıllar boyunca Osmanlıların yaya karargâhını kurdukları Bursa Ovası’nın ortalarında bir yerde olan fuara varmak kolay olmadıysa da sonunda varabildik. Binanın içinde sora soruştura ikinci aralıktaki TYS ve Yazarlar Birliği Derneği’nin standlarını buldum. Şaban Akbaba, Ertuğrul Erdoğan, Emin Dede, Zeynel Öztürk ve Sona Bilgin standda benim kitaplarıma da yer açtılar. Onların kitapları arasına benim kitaplarımı da düzenli bir şekilde yerleştirdik. Kısa tanışma ve içilen çaydan sonra da keyifli bir imza gününe başladık. Öğlen saatlerinde başlayan anonslardan sonra beni ve diğer arkadaşları tanıyanların masamızın etrafını çevrelemesi hepimizi sevindirdi. Kitap imzalamanın, okuyucularla kısa da olsa söyleşmenin hazzıyla geçen zamanda uykusuzluğumu unuttuğum sırada Artvin Öğretmen Okulu’nda sosyoloji öğretmenimiz olan Midayet Altun öğretmenimin kızı Neriman Hanımla eşi geldiler. Onların ısrarı üzerine fuar alanının yukarı katındaki bir restauranta gittik. Orada Bursa’nın meşhur kebabını yiyip geri gelmiş onlar için kitap imzalıyordum ki, kırk üç yıl önce öğretmen okulunda sınıf arkadaşım olan Kamil Şamilioğlu geldi… Neriman Hanım ve Kamil Bursa’dan tanıştıkları için kitaplarını imzalattıktan sonra aralarında sohbete başladılar. Ben bir yandan kitap imzalarken bir yandan da gözucuyla onları izliyordum. Bir ara rahmetli Midayet öğretmenimin kazandığım bir kompozisyon yarışından sonra ısrarla bana, “yazmayı bırakma” deyişini duyar gibi oldum… Bir süre sonra Neriman Hanım ile eşi gidince, yanımdaki bir sandalyeye oturttuğum Kamil Şamiloğlu ile yıllar ötesindeki anılara doğru yola çıktık. O an beni şaşırtan yıllarca sakladığımız anılarımızın her ikimizde de taze kalmasıydı. Akşama doğru birbirimize yaşamlarımızla, arkadaşlarımızla ilgili sorular sorup, yanıtlar aldıkça yıllarca yurdun karanlık köşelerine aynı ışığı taşırken feleğin bizleri benzer çemberlerden geçirdiği kanısı oluştu bende. 12 Eylülün o soğuk kışı ise çoğumuzun kanını dondurdurarak geçip gitmişti.
Akşama doğru Şaban Akbaba gelip Cemal Süreya’yı anma etkinliğine gideceğimizi söylemese belki de fuar kapanana kadar Kamil Şamiloğlu ile sohbetimiz devam edecekti. Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği etkinliğin yapıldığı üst kattaki salona gidince tanıdık birçok yazar arkadaşla karşılaştık. Bizler birbirimize hal hatır sorarken şair Dilruba Nuray Erenler ve Cemal Süreya Derneği’nin Bursa temsilcileri proğramı başlattılar. Bizler de yerlerimize oturup onların Cemal Süreya’nın yaşamı, yapıtları konusundaki sunumlarını ve şiir okumalarını dinledik. Onların konuşmaları bitince salondaki konuklara da mikrofon verilerek ezberlerindeki Cemal Süreya şiirleri ya da varsa anılarını konuşma olanağı verildi. Ben de ezberimdeki bir şiiri Cemal Süreya’ya adayarak okudum. Şaban Akbaba da kısa bir konuşma yaptı. Bursa kent şairlerinin okuduğu Cemal Süreya şiirlerinden sonra son olarak da derneğin başkanı şair Seyyit Nezir yeni çıkan gazete şeklindeki Üvercinka’da yayınlanmış kendi şiirini Cemal Süreya için okudu.
Program sona erince hemen aşağı salona indik. Ben salonda kimsenin kalmadığını düşünmüştüm ama ne gariptir ki standımızın yanında kitap imzalatmayı bekleyenler vardı. Birkaçı beni, birkaçı da Şaban Akbaba’yı bekliyordu. Salonların boşaltılması istenilen anonsları duyuncaya kadar kitap imzalatanlarla sohbet ettik. Anonsu duyunca da el çantalarımızı alıp birlikte çıkış kapısına doğru yürüdük. Yoğun bir trafikten sonra otogarda bıraktığım çantayı da alıp Şaban Akbaba’nın evinin yolunu tuttuk. Otomobili garaj kapısının önüne park ettikten sonra garaj kapısından içeri girdik. Eşi torununu yalnız bırakmamak için bir süreliğine kızının yanında kaldığı için Şaban eve varınca, “Sen istirahat et. Ben bir şeyler hazırlayayım,” dedi. Ama ben, “Yok, sen de yorgunsun. Birlikte çıkar bir yerde bir şeyler yeriz,” dedim. Gönlü razı olmadı ama yorgunluğu galip gelmiş olacak ki, bir şeyler hazırlamaktan vazgeçti ama yine de benim niyetimi anlamaya çalışırcasına “ Burası merkezi olmadığı için ağız tadıyla bir şeyler yiyeceğimiz bir yer bulamayız,” dedi. Ben kesin tavırla, “Bu akşam evde yemek yemek yok… Birlikte çıkıp arayacağız,” diye ısrar ettim. Daha fazla beklemeden geldiğimiz merdivenlerden inmeye başladık. Kendinde evin sokak kapısının anahtarı olmadığından garaj kapısından girip çıkıyordu. Garaj kapısının açıldığı sokaktan yakındaki caddeye çıktıktan kısa bir süre sonra tabelasında “ Urfa kebabı” yazılı bir kebapçı gördük. Hemen içeri dalıp Bursa İskenderi niyetine Bursa Urfa’sı söyledik. Yanına da musluk altında ısıtılan birer ayran. Acıkmaktan mıydı, sohbetten miydi Bursa’nın Urfa’sı çok lezzetli geldi ikimize de. Bir de zaman öyle akıp gitti ki, anılardaki Hamburg’dan Kars’a kadar yolculuk yaparken ikimiz de anlayamadık. Gülümseyen bir dinlenmeyi hakkederek de geç vakit eve döndük.
Ben uyanmadan Şaban Akbaba, Metin Turan’ın babasının hazırladığı kahvaltının bir benzerini hazırlayıp, Kars kaşarı, balı ve tereyağının yanına koyduğu Eğe’nin zeytini ve Bursa’nın ekmeğiyle masayı donatmıştı. Karşılıklı oturunca, hazırladığı kahvaltı masasının iki gün önce Metin Turan’ın babasının hazırladığı kahvaltı masasına çok benzediğini söyleyince Şaban sadece gülümsedi. Sohbet ederek yaptığımız kahvaltıdan sonra fuarın son gününün keyfini çıkarmak için yola düştük. Fuar alanına varıp standımızda kahve içerken gelen birkaç tanıdığın aldığı kitapları imzalayıp standlar arasında gezintiye çıktık. La Kitap yayınlarının standında Leyla Akgün ile Şaban Akbaba’yı tanıştırdım, Yitik Ülke yayınlarında Kadir Aydemir ile üçlü söyleştik. Alper Akçam’ın bulunduğu standa uğrayıp Kiraz’ını imzalattık. Yeniden standa döndüğümüz de Şaban Akbaba’ya kitap imzalatmak için bekleyen çocuklar vardı. Yüreğinin çarpışıyla vücudunun kıpırtıları birbirine çok uygun çocuk kitapları yazarı Sona Bilgin bekletmişti onları. Şaban Akbaba ve diğer arkadaşları orada bırakarak fuarda tura başladım. Son çalışmalarım için aradığım bazı kaynak kitapları Türk Tarih Kurumu Yayınları’nda ve başka yayınevlerinin standlarında buldum. Onlarla ikinci aralıktaki standa yeni gelmiştim ki telefonum çaldı. Karşıdaki ses dün sohbet ettiğim okul arkadaşım Kamil Şamiloğlu’nundu. Otoriter bir tonla, “ Murat biz Bursa’da yaşayan okul arkadaşlarımızla öğretmen evindeyiz, seni bekliyoruz…” dedi ve kapadı. Şaşırmıştım ama şaşırdığım kadar da sevinmiştim. Ben de hemen Şaban’ın yakasını kestim. Beni kıramayacağını anlayınca yarı yarıya toplanmış standlara bakarak yanındaki Sona Bilgin’e:
“Bundan sonrası sana kaldı biz gidiyoruz,” dedi. Çantalarımız elimizde görebildiğimiz tanıdık arkadaşlara selam vere vere fuar alanından çıktık. Elimizdekileri otomobilin bagajına yerleştirdiğimiz gibi yola düştük. Trafik kalabalıktı. Yol alamayacağını anlayan Şaban, yakındaki bir tramvay durağına yakın bir yere otomobili park etti. Kalan birkaç kitabımın bulunduğu sırt çantamı yanıma aldım. Bindiğimiz taramvay ile Heykel’e en yakın durağa kadar gittik. Duraktan çıktıktan sonra yürüyerek yakındaki öğretmenevine vardık. Bizi kırk üç yıl evvel coşkun Çoruh’un kenarındaki okulumuzun bahçesinde vedalaştığım Şenol Demirci, Şaban Akbaba’nın ağabeyi Keramettin Akbaba, Muzaffer Topaloğlu, bizden birkaç devre sonra olan Cemil Bey ve Kamil Şamiloğlu ile öğrenciler arasında “maden olan dağda ot bitmez” sözü darbümesel olan coğrafya öğretmenimiz Ömer Bey bekliyorlardı. Biz daha anıların sıcaklığına girmeden de Mehmet Akbulut geldi. Çaylarımızı yudumlarken, tamı tamına kırk üç yıl önce Çoruh kenarındaki okulumuzun bahçesinde bıraktığımız anılarımızla başladı sohbetimiz. Öğretmenimiz Ömer Bey’de de, bizde de anılarımız öyle taze kalmış ki, şaşırmamak elde değildi. Çoğumuz birbirimizin numaralarımızı bile unutmadığımız gibi, hangi sınıflarda aynı sınıfta okuduğumuzu da hatırlıyorduk. Anılar anıları kovalarken arkadaşlar o yıllarda gelen harçlıklarından ve listelerin asılmasını nasıl dört gözle beklediklerinden sözettiler. Babası memur olan Şenol Demirci’nin dışında hepimiz Kamil Şamiloğlu’nun, “Nasıl da o elli liranın yolunu beklerdim her ay,” demesini bekliyormuşuz gibi birbirimize baktık gülümseyerek. Dudaklarımdaki o masum gülümseme kuruyunca, ilk itirafı ben ediyorum:
“Ben sanıyordum ki sadece benim babam elli lira gönderiyor, meğer sizlerin babaları da o kadar gönderiyormuş,” diye.
Şaban Akbaba bizden birkaç devre sonra olduğu için o anılarını kendine saklıyormuş gibi susarken diğer arkadaşlar da benim gibi itiraf ediyorlar. Çaylarımızı içerken ben yanımdaki roman ve öykü kitaplarımdan imzalayıp arkadaşlara öğretmenimiz Ömer Bey’e verdim. Biz gelmeden nereye gideceğimizi aralarında kararlaştırdıkları için Kamil Şamiloğlu yine telefondaki o otoriter sesiyle;
“Haydi şimdi Bursa’nın en iyi İskendercisine gidiyoruz” dedi ve ayağa kalktı.
Öğretmenevinden çıktıktan sonra arka sokaklarda kol kola yürüyerek varıyoruz Bursa’nın meşhur iskendercisine… Siparişlerimizi verip, gelen içeceklerimizi içerken herkes kısa da olsa biraz yaşamından sözetti. Anlatılanları dinleyince anılarımızın taze kalması gibi, yaşadıklarımızın da birbirine benzediğinin farkına vardım. Anlatım sırası kendine gelen Kamil Şamiloğlu bana bakarak, “Dün aldığım Güneşsiz Dünya adlı öykülerinden kırk sayfa okudum. Okurken bu beni yazmış diye düşündüm, biliyor musun” dedi. Anlatımlar, nerelerde çalıştığımız konularından sonra söz fıkralara geldi. Birbirinden güzel fıkraları not almaya başladım. Ama not alırken esprilerin ayrıntılarını kaçırdığımı farkedince not almaktan vazgeçtim. Mehmet Akbulut’a sıra gelince, “Hepiniz Kars hayvan pazarını bilirsiniz. Oradaki cambazları da. Onlar alıcılar adına bir hayvanı almak istediklerinde önce hayvanın ağzını açıp dişlerine bakarlar. Hayvanlar buna alışkın olmadıkları için bir süre huysuzlanırlar. Ama bir süre sonra bazı sığırlar bunu o kadar kanıksarlar ki daha cambaz ona doğru yönelir yönelmez ağzını açıp dişlerini gösterirler. Geçenlerde ben de protez yaptırmak için dişçiye gitmiştim. Önceleri dişçi ağzımı zorla açtırıyordu, ama birkaç seanstan sonra ben de aynı o inekler gibi dişçiyi görünce ağzımı açmaya başladım..” dedi. Bunu hep birlikte günün fıkrası seçtik. Yemeklerimizi yedikten sonra da bu kez de Bursa’nın en lezzetli kahvesini içmek için yine onların önceden belirlediği bir kafeteryanın yolunu tuttuk.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Şaban Akbaba işe giderken beni en yakın tramvay istasyonunda indirdi. İndirirken de, “Sanayi durağında ineceksin. Yukarı çıkınca Gemlik münibüslerini görürsün,” dedi. Ben de öyle yaptım. Gemlikte Budo’yu beklerken de hemen günlüğümü yazmaya başladım. Oturduğum kafeteryada bitiremeyince de Gemlik-Kabataş feribotunda yazmaya devam
ettim…
23 Mart 2015, Gemlik-Kabataş Feribotu…
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024GENEL
15 Eylül 2024